Siyahın Her Tonu

Öncelikle herkese selam olsun ,bütün dostlara merhaba. Bloguma olan ilginiz için, gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. Normalde burada okuduğunuzdan çok daha fazla yazıyorum..Hatta şunu diyebilirim kendim için: Yazmazsam eğer geceler sabaha zor bağlanıyor.Bir çok yazımı kimse okumadan saklıyorum, bilgisayarımın adı unutulmuş eski klasörlerinde. Arkadaşlarımın bloga at, blogu ölü tutma tepkilerine kayıtsız kalamadım.Bu tepkilerinde beni içten içe sevindirip mutlu ettiğini de saklamıyorum :).Yazdıklarımı okuyan, beni cesaretlendiren herkese gerçekten çok teşekkür ederim.. Aynı şeyleri yaşamasak da aynı hayatta yoğrulduğumuz için yazdıklarımın bir bölümünün içinize dokunduğunu biliyorum. O halde içinize dokunmaya devam edelim.. :) 


“Siyahın Her Tonu”



Yazmaya başlamadan önce sizden bir isteğim var, sessiz bir ortama geçin veya kulaklığınızı takın ve buradan başlayalım.


Şuan sokak lambasının naifçe süzülen ışığıyla ay ışığının kesiştiği, bilgisayar ışığının yüzümü bir dost gibi aydınlattığı,sıcacık bir kahvenin içimi ısıttığı, klavyedeki tuş seslerinin içimde tek tek yer ettiği ve sigara dumanımın zifiri karanlıkla dans ederek gökyüzüne karıştığı tabiri caizse “Kendi hapishanem”den sesleniyorum sizlere. Neden mi hapishaneyi seçtim anlatırken?

Çünkü: Her insanın kendi hapishanesinin olduğuna inanıyorum. Asla sınırlarını geçemediği, sadece penceresinden çok az bir kısmını gördüğü gökyüzünde ki yıldızları seyredebildiği bir hapishanesinin olduğuna inanıyorum. “Çocukça düşlerini” çoktan kaybetmiş , hayalleri ve ümitleri bir deprem edasında yıkılmış insanların, hayatın acımadan hırpalayıp canını acıttığında saklandığı  bir hapishane.. 

Hayatın o kadar da mavi o kadar da güzel olmadığını, dalganın kıyıya vurur gibi hayatın yüzümüze vurduğun da anladık. Kimi giden sevgiliyle anladı bunu , kimimiz kaybettiği babasıyla, annesiyle, kardeşiyle.. Ne kadar acı olduysa bu “kabulleniş” o kadar derin oldu içimizde ki o zifiri karanlığın süs sayıldığı zindan. Ne zaman eskisi gibi kalıyor yerinde , ne de insanlar.Hatta ne yazık ki insanlar zamandan daha çabuk değişiyor günümüzde. 

Acılar yer ettikçe yüreğimizde: Onlara kimse dokunamasın, ulaşamasın, onları bizden başka hiç kimse bilemesin diye en derine hapsederiz. Çünkü biliyoruz ki: Kim acılarımıza ulaşsa, onları bize karşı kullanacak, onları bizim zaafımız haline getirecek. İşte bu yüzden her insan kendi içinde kendi hapishanesini kurar.. Oraya acılarını, hayallerini, umutlarını, geride kalan güzel günlerini, göz yaşlarını hatta yıpranmış olan saf gülümsemeleri koyar.. En derine de “güven” ve “sevgiyi” hapseder. Çünkü kendini en çok yaralayan, canını en çok acıtan bu ikisi olmuştur.

Peki ya bu hapishaneye başka hiç kimse erişemeyecek mi? En başta o niyetle kurulur bu hapishane. Kimse ulaşamasın, kimse bilemesin diye. Ya sonra ? Sonra.. Sonrası hepimizin bildiği gibi. Birisi çıkar karşınıza, gözlerinde hayat bulduğunuz, gülüşünün canınıza can kattığı biri. En sert soğuklarda ellerinin kalbinizi ısıtacağı biri. En başta tedirgin durursunuz ona karşı. Çünkü canınız yanmıştır bir kere.. Kolay olmaz hiç bir zaman birine teslim olmak. Uzaktan sevmeye çabalarsınız en başlarda. Bilirsiniz ki bir darbeyi daha kaldıramayacak kadar yorgun ve yaralıdır yüreğiniz, bilirsiniz ki bir acıya , bir ayrılığa daha yer yok kendi kurduğunuz o siyahın her tonunu taşıyan hapishanenizde !

Belirli bir zaman geçtikten sonra, zor gelecek uzaktan sevmek, onu uzaktan izlemek. Ses tellerinin senin için vurmasını, ses tonuyla adını söylemesini isteyeceksin. Ellerinin cebinde değil, ellerinle mutlu olmasını, gözlerinin anlamsız değil, sana bakar gibi bir şevk ve aşkla hayata bakmasını isteyeceksin. Zordur uzaktan sevmek, zordur birini  ‘O’ olmadan sevmek. Acı verir insana, yalnızlık katar. Siyahlaştırır hayatını, maviyi siler gökyüzünden...

 Sevgin, acılarından büyük geldiği zaman “Yeter” diyeceksin içten içe. “Yetmez mi bu kadar acı? “ , “Ya yine sonu hüsran olursa?”, “Ben neden mutlu olamayayım? ” soruları sürekli aklında yer edecek. Aldırmayacaksın. Okyanusun ortasında dibe vurmuş bir sandal gibi acının dibine vuran yüreğin yine de “Aşk” diyecek sanki hayata meydan okurcasına. “Doğru kişi” olduğuna inandıracaksın kendini, doğru bildiğin yaşayacaksın. Eğer gerçekten doğru kişiyse, acıyla yoğurup, hüzünle sıvadığın siyahın her tonunu taşıyan o hapishanenin duvarlarını onun sevgisiyle yıkacaksın yavaş yavaş. Ufak bir pencereden izlediğin o mavi gökyüzünde isteğin kadar uçurtma uçurabileceğini , sadece üç-beş yıldızdan sandığın o karanlık gökyüzünün uçsuz bucaksız olduğunu anlayacaksın.. Mavinin bu hayatta ki en güzel ton olduğunu, hem gökyüzünü hem de  denizi nasıl sahiplendiğini düşüneceksin. Papatyaların sadece “sevmiyor” demediğini, kuşların tek başına göç etmediğini, sonbaharda dökülen yaprakların yeniden açabildiğini, yağmurun ardından gökkuşağı çıktığını anlayacak ve yaşayacaksın..

“Peki ya doğru kişi değilse?”



İşte o zaman güzel kardeşim, müebbet yemiş hayallerin, vurgun yemiş düşlerin, sahipsiz bırakılmış ümitlerinle beraber kendi yarattığın o karanlık ve siyahın her tonuyla boyanmış hapishanende volta atmaya devam edeceksin.. 







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Saat Sabaha Karşı 5

Eski Sevdalar

Herkesin içi karanlık ama ...